Götünde ayı bağırmadan olmaz
Yeni blogda yeniden merhaba arkadaşlar. Uzun zamandır kafamda şekillendirmeye çalıştığım bir yazıyla yeni seneye ve yeni bloga başlıyorum. Ve bu yazı daha sonra yazacağım, daha doğrusu daha sonra genişleteceğim bir yazı dizisinin ilk başlangıcı ve şablonu olacak diyelim ve hızlıca konuya dalalım. Sene 2000’lerin ortası. Sakarya’da bir yandan hiç kendimi ait hissetmediğim bir bölümde okumaya çalışıyor, aynı zamanda okulun İİBF’nde oluşturulan öğrenci-ayti ekibinde fakültenin bilgisayar işlerine bakıyor, haftada 1 gün İstanbul’da bir firmaya aytici olarak gidiyor ve bir yandan da açtığımız kafenin işleri peşinde koşturuyordum. Yaş henüz 20’lerin başı. Tüm o 20 sene Sakarya ve Artvin etrafında geçmiş, görece küçük yerlerde, kendimize göre büyük fakat aslında küçücük ortamlarda yaşamışız. Daha önce başka bir yazıda anlattığım üzere hayatıma bir şekilde bilgisayarın girmesinin üzerinden 7-8 sene geçmiş, nerdeyse bir o kadar zamandır da meslek haline getirmiş durumdaydım. Büyük meblağlar olmasa da o yaşlardaki bir insana yetenecek maddi güce sahip durumdaydım. Bu, bana bir yandan daha fazlasını yapmak için bir özgüven sağlıyor, fakat bu durumun tamamen kendi çabamla olmasından dolayı da acaba kendimi mi kandırıyorum tedirginliğine sebep oluyordu. Kendi çabamdan kastım da bu işi kimse bana öğretmemişti. İlk bilgisayarıma sahip olduğum anda kelimenin tam anlamıyla bu dünyaya dair bir aşka düşmüş, merak etmiş ve araştırarak, yaparak, bozarak, okuyarak, deneyerek, çabalayarak ve sıkca yanılarak öğrenmiştim. Zaman içinde belirli bir seviyeye gelmiş ve en başından beri de bu işten para kazanabileceğimi anlamıştım. Bu farkındalık o andan itibaren tüm yaşamımı değiştirmişti. Okul ikinci planda kaldı, iyi bir üniversiteye gitmek hiç aklıma gelmedi, hiç de hevesim olmadı. Elektroniğe merak bilgisayarı, bilgisayar sevgisi para kazanbilecek işlerde çalışmayı, para kazanabilecek işlerde çalışmak da kendime ait işlerde bunu başarabilme hevesini yani girişimcilik hevesini getirdi. Çok ufak da olsa kendi sahip olduğum bir çok işim oldu. Kafe, bilgisayar dükkanı, tamir atölyesi vs. Hep birşeyler peşinde koştum, çok hata yaptım, çok tecrübe kazandım ve o 2005 senesine, yazının girişinde anlattığım günlere geldim. O günlerde önümde 2 tane yol vardı. Birincisi, yani güvenli olanı yaptığımı aynen yapmaya devam etmek ve uzun da sürse bu koşturmaca içinde okulu bitirmekdi. Diğeri ise herşeyi bir anda bırakarak İstanbul’a taşınmak. Bu ikinci seçenek beni acayip tedirgin ediyordu ama sanacağınızın aksine tedirgin eden kısmı herşeyi bir anda bırakma kısmı değildi. Ona kafa olarak hazırdım. Beni tedirgin eden şey buna hazır olup olmadığım, ben gerçekten bu muyum yoksa kendimi olmadığım biriymiş gibi mi görüyorum kısmıydı. Ben tüm tedirginliğe rağmen o ikinci yolu seçtim ve o günlerin üstünden nerdeyse 12-13 sene geçti. 20’lerin başındaki bir delikanlıdan orta yaş batağına saplanmak üzere olan kel bir herife döndük. O zaman tam olarak adlandıramadığım şeyi şimdi adlandırabiliyorum. O zaman kelimelere dökemediğim şeyi şimdi dökebiliyorum. O zaman sadece bende var olduğunu sandığım duygunun şimdi genel olarak bizim coğrafyada olduğunu idrak edebiliyorum. Peki nedir o?
Şimdi bir kere daha zamanda geriye gidelim, fakat bu sefer çok çok geriye gidelim. Tee o maddenin oluştuğu ilk andan da öncesine, big bang’e gidelim. Artık kusacak kadar çok sık duyduğumuz üzere koskoca gezegenimizde birey olarak zerre sayılmayacak kadar küçük bir yer kaplıyoruz. O koskoca gezegenimiz koskoca galakside zerre sayılmayacak bir yer kaplıyor ve bu koskoca galaksi tüm evrende zerre sayılmayacak kadar küçük. Ve tüm bu devasa evren her geçen saniye daha da genişliyor. Fakat tüm filmi geriye sardığımızda herşey “eğer obje olarak hayal edersek” küçücük birşeyin 13.8 milyar yıl önce patlasamıyla başladı. O andan itibaren de evren sürekli değişiyor ve gelişiyor. Hiçbirşey bir salise bile değişmeden durmuyor. Herşeyin sabit olduğunu, hayatınızda hiçbirşeyin değişmediğini hayal etseniz bile, hiç olmazsa evrenin genişlemesinden dolayı her salise evrendeki yerimiz değişiyor. İsterseniz bu büyük ölçekten bakın isterseniz de en küçük ölçek olan atom altı dünyasına kadar inin. Koca kainat üzerinde sabit duran, değişmeyen tek bir şey yok. Fatih Terim bile canı sıkıldıkça gidip geliyor amk öyle düşünün işte. O bile sabit değil. Bir Arsene Wenger değişmiyor ki yazımızın konusu değil. Neyse. Peki neden ben bir saattir bu değişim konusunda kafa ütülüyorum? Herşeyin sırası, var bu da cepte dursun. Buna da yazının ilerisinde aynen yazının başındaki duruma olacağı gibi döneceğiz. Şimdi başka bir hikayeye geçelim.
Takip ettiğiniz bir Türk dizisi var mı? Valla yok demeyin, beni kandırsanız da kendinizi kandırmayın. En entelektüel geçinen adam bile hiçbirini takip etmese arada Fİ’ye bakıyor. Sen izlemesen, yenge izlerken arada göz atıyorsun diyelim. Heh işte şimdi bir saniye durun ve o Türk dizilerinin tamamına yakınında bulunan şirket ortamlarını bir göz önüne getirin. Nasıl yerler? Jilet gibi ortamlar değil mi? Süslü dekorlar, plazalar, kapıda arabalar. Dizinin ana kahramanı aynı zamanda patron. Şirketten içeri girdiğinde sekreterler etrafından ellerinde dosyalarla dört dönüyor. Sürekli toplantılar yapılıyor. Yılan gibi çakmak gözlü çocuklar, zeka küpü oğlanlar. Sanırım ne demek istediğimi anladınız. Bunu dizi üstünden anlatma nedenim “her ne kadar bu tanımı sevmesem de” kurumsal firmalarda çalışmak ya da daha genel olarak iş hayatı içinde bulunmak üç aşağı beş yukarı böyle birşey sanılıyor. Diziler bize bunu rafine halini sunuyor. Şimdi bu da kafamızın bir kenarında dursun ve tüm bu anlattıklarımı bağlayalım.
En başta anlattığım üzere İstanbul macerasına atılmadan önce beni en çok tedirgin eden şey kendi yetersizlik algımdı. Kendi çabamla ve adım adım gelişerek geldiğim durum ile olması gerektiğine inandığım durum arasında fark vardı. O büyük kocaman şirketlerde çalışan insanların, hayatın o kısmında var olmuş insanların başka başka süreçlerden geçerek oralarda olduğuna, benim ise o başka şeylere sahip olmadığım için oralarda bulunamayacağıma dair inanç. O kocaman işler yapan girişimcilerin, sanatçıların, mühendisleri vb. o işleri yapabilmelerini sağlayan başka başka şeylere sahip olduğu sanrısı. O başka başka şeylerden kastım da derinlerde biryerlerde, yüzyıllar boyunca oluşmuş, artık içimize işlemiş olan insanların özelliklerini doğuştan kazandıkları ve sonradan oluşturamayacakları sanrısı. Bir insan doğuştan yeteneklidir, doğuştan zekidir, o işe yatkındır, babası zengindir, özel hocalar yetiştirmiştir, babası küçükken şiddet uygulamamıştır ve onlar bazı şeyleri gerçekleştirirken bu doğal olarak sahip oldukları şeyleri kullanarak gerçekleştirir. Eğer değilse de zaten kesin dışarıdan torpil gibi ya da çevre gibi bir müdahale olmuştur. Sende, bende bunlar olmadığı için biz istesek de bunları gerçekleştiremeyiz. İşte anlatmak istediğim konu bu düşünce yapısı. Ve ben buna kabaca olsa da gelişime inanmamak diyorum. Ve yıllar içerisinde Fransızından Amerikalısına, Hollandalısından Japonuna bir çok farklı kültürden insanla bir arada çalışmanın ve 3 senedir de Almanya’da yaşamanın getirdiği gözlem şansı sonucu bunun biz orta doğu coğrafyasının geride kalmasının başlıca nedeni olduğunu düşünüyorum. Dediğim gibi big bang’den beri bir salise bile bir durmayan bir değişimin içerisindeyiz. Değişmemek bu evren içerisinde bulunan her madde için seçim yapabileceği bir seçenek bile değil, durduramayacağımız bir realite. Fakat bizler zaman içerisinde belkide yaşadığımız onca acı ve yıkım nedeniyle bunu göz ardı etmeyi ve doğumdan ölüme kadar sabit ve stabil bir yaşam içerisinde bulunduğumuz sanrısını tercih ediyoruz. Bunun mutlaka genetik nedenleri var. Fakat kültürel nedenleri de var. Ve işte bu kültürel nedenleri kırıp da bunu anlamaya başlamadan malesef gelişemiyoruz. Tabiki de dünyaya tamamen boş bir kutu olarak gelmiyoruz. Hepimizin belirli bir yeteneği, zekası, yatkınlığı, aile artıları-eksileri, çevre farklıklarından doğan avantajlarımız var. Fakat bu dünya üzerinde herhangi bir konuda herhangi birşey başarmak adına bu doğuştan gelen şeyler %5 bile önem sarfetmiyor. Esas birşeyler başarmamızı sağlayan o başarmak istediğimiz şey üzerine harcadığımız emek oluyor.
35 seneye yaklaşan yaşamımda, 20 seneye merdiven dayamış iş hayatımda gördüğüm tek birşey var. İyiyi iyi yapan şey arkasındaki emek. Hiçkimse diğerinden daha zeki, daha zengin, daha x diye birşeyler başarmıyor. Çok başarılı olup da deli gibi çalışmayan bir tane bile insana rastlamadım. Fakat bu çalışmalarını sağlayan temel motivasyon da işte bu sabahtan beri anlattığım gelişebileceklerine dair sahip oldukları farkındalık oluyor. Eğer aklınıza gelebilecek herhangi bir konuda şu andan itibaren tüm bahaneleri bir tarafa bırakarak çalışmaya başlamazsanız o konuda bir gram ilerleyemezsiniz. Bir başkasının o konuda ilerliyor olması onların o konuda yetenek sahibi olmasından dolayı değil o konuda düzgün ve doğru şekilde çalışıyor olmalarından kaynaklanıyor. Ahmet çok güzel İngilizce konuşuyor ben konuşamam. Ben Ahmet gibi olamam. Neden? – Ahmet doğuştan dile yatkın. Alla alla. Ahmet doğuştan dile mi yatkın yoksa sen mi tembelsin? Acaba Ahmet bu dil yeteneğini oluşturmak için zamanında düzenli ve doğru yöntemlerle çalışmış olabilir mi? – Eee ama Ahmet’in babasının parası var onu kursa göndermiş, benim param yok. Belediyenin açtığı ücretsiz dil kursları var ve internette dil öğrenmek için tonlarca ücretsiz kaynak var. – Ama benim zamanım yok. Günde sadece 60 dakika az uyuyarak 365 gün içerisinde bir dilde temel üstü hale gelecek kadar çalışmış olabilirsin. Bu diyaloglar tanıdık geldi mi? Mutlaka gelmiştir, çünkü hiç kimseye sıkmasak buradaki bahaneleri kendimize sıkıyoruz. Ve tüm bu bahanelerin altında, en derininde, en temelde ise anlatmaya çalıştığım gelişime inanmamak yatıyor. Bu düşünce yapısı tüm bilincimizi esir almış durumda ve hayatımızın hemen hemen tamamını etkiliyor.
Arkadaşlar koca evren bir saniye bile durmuyor, herşey her saniye durmadan bıkmadan usanmadan değişiyor. Sabit durmak diye birşey yok. X birşey evrenin başından beri X olarak bulunmuyor. A idi, zamanla B oldu, C oldu ve şu anda X. Biz onun X halini görüyoruz. Yarın Y olacak. Bu kaçınılmaz. Sanmayın ki o hep X olarak oradaydı. Böyle birşey yok. Kimsenin kafasındakiler doğuştan orada değil, Atatürk doğuştan bir önder değil, o sahip olduğu tüm yetiler 30 küsür sene boyunca dünyanın en zorlu savaş ortamlarında bulunarak ve okuyarak edindiği şeyler. Michael Jordan’ın senden bende farklı kasları yok. Kendisinin dediği gibi “her gün 3 saat boyunca spor salonunda, terlemenin nasıl birşey olduğunu keşfetmek için terlemiyorum”. O yeteneklere sahip olmak için bunu yapıyor. O koca koca firmalardan senden benden farklı adamlar çalışmıyor. Babaları zengin diye orada değiller. İş yaşamı zaten o dizilerdeki gibi yerler değiller. Valla ben Koç holdingde de bulundum, şirketten girer girmez Ali Koç’un gözüne dosya sok bakalım o dosyayı nerene sokuyor. Götünden ter akarak gecenin saat 2’sinde mail cevaplayan Ceo’lar biliyorum. Dizilerdeki gibi sabah tüm sülale kahvaltı yapan değil elde raporlarla ağzına simit sokmaya çalışan genel müdürler tanıyorum. Bu adamların senden benden farkı o filmlerde dizilerde gösterilen 86 altı katlı makyajlı haller değil. O adamların senden benden farkı yok. Michael Jordan’ın, Atatürk’ün senden benden farkı yok. Temelde farkı yok. Tek farkları gelişebileceklerine inanmaları, bunu bilmeleri ve üstüne bıkmadan usanmadan emek sarfetmeleri. Kısacası birşeyler başarmak istiyorsan götünde o ayı bağıracak. Bunun başka yolu yok. Şimdilik bu kadar, devam edeceğiz. Hoşçakalın.
Sorun şu ki türkiye insanlarında ,anlattığınızda tarzdaki insanlar da bir aşağılık kompleksi bulunmaktadır.Bunun sebepleri de aile ve çevre.Aile ve çevresi başarısız oldukları için acısını çocuklarından çıkartıyorlar.Böyle söylene söylene zeki bir insan da , “acaba salak,gerizekalı mıyım ben ?” diye düşünüyor.Üniversitede hocanın anlattığı dersin tek bir kelimesini bile anlamıyordum.Fakat internetten kendim farklı kişilerden bakınca iyi anlattığı için anlıyordum.Sonra öğrendim ki sorun bende değil, dersi anlaşılır bir şekilde anlatamayan hocadaymış.